Tülbent, hayatın arasına gerilmiş ince bir perde: örterken süzen, saklarken berraklaştıran. Bu kitaptaki öyküler kasabanın buğulu lokantasında yıllar sonra karşılaşan iki eski dostun bakışında, kelle-paça buharına karışan pişmanlıkta başlar; kapıdan süzülen jandarmanın sessiz selamıyla zaman ve yer değiştirir. Hüsrev`in dili kaba, nefesi hızlıdır; Kiraz`ın üstüne dökülen öfke, duvarın kirecinde yankılanır. Psikiyatri kliniğinin kırmızı sandalyesine çarpıp bankanın fuşya koltuğuna oradan da aynanın karşısında kendiyle boğuşan Cemil`e sıçrar.
Yazar, diyalogları "yazılmış" gibi değil, sokağın hızına, nefesin iniş-çıkışına yaslanarak kurar; söz, süs olmaktan çıkar, sahnenin taşıyıcı iskeletine dönüşür. Tülbentin kendisi ise bir kader izi gibi dolaşır bu sayfalarda: Hasret`in süt kokusundan Kiraz`ın boynuna, uykulara ve uyanıklıklara kadar; bir nesne değil, bir hafıza.
Hakan Akdoğan