1917 yılının Mayıs ayı başlarında, on iki yıldır özgürlük mücadelesine derinden ilgi duyduğum bir ülkeyi, özgürlüğüne kavuştuğu o günlerde yeniden görmek için hevesle Rusya’ya gittim. İnançla bir sosyalist olarak, devrime gönülden sempati duyarak yola çıkmıştım. 1905–1906 ayaklanmasının başarısızlığa uğramasından sonra hapis ve sürgün acısını çekmiş cesur kadın ve erkeklerden bazılarını şahsen tanıyordum. Rusya’dan ise çok net bir kanaatle geri döndüm: Dünya, ortaklaşa bir “altın çağ” kurmadan ya da yönetim işlerini güvenle “sokaktaki adama” teslim etmeden önce biraz daha beklemek zorunda kalacak.
Hayatım boyunca Fransız Devrimi’ni hayranlıkla incelemiş, o dönemin Paris’inde yaşamayı —en azından mütevazı bir seyirci olarak— otokrasinin çöküşüne ve halk özgürlüğünün doğuşuna tanık olmayı dilemiştim.
İşte ben, devrimci Rusya’nın başkentinde üç ay yaşadım. Hem insanları hem de olayları bakımından Fransız Devrimi ile çarpıcı benzerlikler taşıyan bir devrim gördüm. Otokrasinin çöküşüne ve Fransızların hayal edebileceğinden çok daha büyük bir özgürlüğün doğuşuna tanık oldum. Sosyalistlerin en büyük hayali birdenbire gerçekleşmişti; fakat bu hayal, bu ya da başka herhangi bir ülkenin asla yaşamasını istemeyeceğim bir kabusa dönüştü.