“İnsanın hayatında hatırat-ı maziyeye tevcih olunan nazar-ı ric′î bence aynıyla tersine çevrilerek bakılan bir dürbüne benzer: Bütün menâzır ve eşkâl, uzaklarda, ancak fark olunabilen uzun mesafelerde sırayla durur; fakat elvana, hututa ait olan bütün nazarı rencide edecek nekaisi mesafenin bu′duyla örtülmüş, gizlenmiştir. Yıkık duvarlar, fersûde binalar, mülevves sokaklar, hepsi resimlerde güzel görünen menâzır gibi latif, hoş, nazar-nevaz bir zarafet kesbeder. İşte, ben de bu dürbünü tersine çevirince bütün eski hatıraları böyle uzaktan bir zarafet-i münceliye içinde görüyorum.”
Halid Ziya’nın kimi zaman çevresindeki gözlemlerinden kimi zaman da anılarından ilhamla yazdığı bu hikâyelerde -realist eserlerde de dikkati çeken- “insan-mekân” etkileşimi söz konusudur. Çevresine gerçekçi bir gözle bakan yazar, insanın toplumla ilişkisini, bireyin psikolojisiyle şekillenen mekâna yansıtır. Sanatkâr bu eserinde hatıralarına ve gözlemlerine dayalı olarak kurguladığı hikâyelerini -kendi tabiriyle- bir zarafet-i münceliye (parlayan bir incelikle) ile kaleme almıştır. Yazarın öncelikle romanlarında yakaladığı sanatkârane üslûbunu, insana has derinlikli hikâyeler ile birleştirdiği bu yirmi bir öyküsünün hemen hepsinde görmek mümkündür.