Gözlerimizi kamaştıran, Boğazımızı bir gecede yararak karşımıza dikelmiş bu gizemli varlık, İdük... Adı bile sırlarla dolu, İstanbul’un sokaklarına gölgesi usulca düşüyor. Ne yöneldiği belli, ne aradığı... Belki de kendisine bile yabancı. Gecenin karanlığında giden son ada vapurunda, pencereden kolunuzu güçbela çıkardığınız sigara molasında ya da belki de akşam vakti gereksiz yere söylediğiniz o üçüncü lahmacunun kendini hararetle hissettirdiği rüyanızda karşınıza çıkıveriyor. Sislerin içinde ansızın beliriyor, ardında sadece merak ve belirsizlik bırakarak kayboluyor. Şehre atanmış ama affını dilemeye korkan bir hayalet gibi ne idüğü belirsiz bu diklik, kimi için umut ışığı, kimi içinse karanlık bir tehdit. Belki de İdük, sadece kendisini anlayacak birini bekliyor. Ama bir gerçek var ki, herkesin dilinde dolaşıyor: İdük, sadece içimizde beliren bir kutluluk değil, aynı zamanda bambaşka bir dünyanın kapısını aralamak isteyen bir hayalin tohumu.
“Zaten hepimiz aynı frekanstayız, güzel düşündüğümüz için evrenin bize hediyesi bu.”
–İlayda, 38, Fon Yöneticisi
“Bak abi, bu İdük başka kimseye gönderilmedi, anlıyo musun? Bize geldi bize, Türklere! Türkün yurduna!”
–Serhat, 20, Kendi Rızasıyla İşsiz
“Yabancı Cisim denmesine karşıyım ben efendim bu yapıya. Ne münasebet. Kesinlikle Yerli Cisim denmeli.” –Pakize, 45, Ev Hanımı